Ressam Fehime Salihi Firuz ile söyleşi...

Ressam Fehime Salihi Firuz ile söyleşi...

Fehime Salihi Firuz, İran’ın orta kuşak kadın ressamları arasında bana farklı gelen resimleriyle dikkatimi çektiği için çoktandır tanışmayı istediğim bir ressam. Kızı Melorin’in kızım Merve’nin üniversiteden arkadaşı olduğunu öğrenince, hemen bir söyleşi için girişimde bulundum. Bizi Mir Damat’taki Zafer semti civarında bir sokakta bulunan duvarları tablolarıyla süzlü, galeriyi andıran evine davet etti Fehime Hanım. Aynı zamanda atölye gibi görünen ev, sahibesinin resim aşkının dönemlerini yansıtan ilginç göstergelerle dolu. Ev kadınlığı ve anneliğin zemininde gelişen resim aşkı, Gauguin’i Tahiti’ye sürükleyen, Erol Akyavaş’ı hep seyrisefer halinde tutan resmetme tutkusunu hatırlatan çaba ve çırpınmaların ardından onu üniversite sınavına girmeye zorluyor. Geç başlamış resme Fehime Hanım, ama çok fazla çalışarak bir mesafeyi kapattığı açık. Tabloları büyük emek verilmiş çalışmalar. Bu çalışmaların arka planını aşağıda okuyacağınız şekilde anlattı bana….

Günde kaç saat çalışıyorsunuz?

Çalışmanın bir kısmını okumak olarak kabul edersek, uzun bir süre ama asla istediğim kadar uzun değil. Üniversitedeki görevim nedeniyle her gün muntazam bir atölye çalışması sürdürmüyorum. Bu yaz için ders almadım, günlerimi tamamen resme ayırmak istiyorum. Normal olarak sabah sekizden akşam sekize kadar bir iş tempom var. Haftada birkaç gün daha yorucu geçiyor, öteki günlerde de dinlendiğim söylenemez. Ders vermekten de vazgeçemem. Öğrencilerle calışırken, boyalarla yapılan keşifleri, desen arayışlarını izlerken çok mutlu hissediyorum kendimi. Onlar çalışınca, özgün, farklı bir şeyler çizince, kendim çalışmış, çizmişim gibi bir neşe ve hafiflik duyuyorum. O yüzden eve döndüğümde tuval başına geçme isteği kalmıyor içimde. Öğrencilerimden biraz uzaklaştığımda boya gördüğümde hemen elime fırça almak istiyorum.

Gece çalışmalarıyla aranız nasıl?

Ben resim yapmaya başlamadan önce bütün gece uyanık kaldığımı hatırlamam. Resme başladıktan sonra gecem gündüze, gündüzüm de geceye dönüştü, zaman kavramını yitirdim. Çalışırken uyku gelmiyor aklıma.

Profesyonel anlamda resme geç bir yaşta başlasanız da resim hayatınızda her zaman bir yere sahipti sanıyorum.

Öyleydi. Küçükken resim yapmayı çok seviyordum. Ama ciddi bir şekilde çalışmaya 1986 yılında başladım. O yıl üniversiteye girdim, Azad Üniversitesi’nde lisan eğitimi görmeye başladım resim alanında, yüksek lisansımı ise Sanat Üniversitesi’nde (Danışgah-ı Hüner) tamamladım. Hüner Üniversitesi İran’ın sanat alanında en iyi üniversitedidir. Tahran Üniversitesi’nin de Güzel Sanatlar Fakültesi bölümü de var, ama sınırlamaları, kısıtlamaları çok fazla. Özellikle resim bölümünde derslerin kalitesi çok düştü bu yüzden.

Resim aşkınız aile çevresinde mücadele etmenize yol açtı mı? Yoksa her şey kendiliğinden mi gerçekleşti?

Başlangıçta ailemden çok destek gördüm, çocuklar ve eşim hep yardımcı oldular. Büyük kızım Mahsa 15 yaşındaydı ben resim öğrenimi görmeye başladığımda, küçük, Melorin de 11. Bir taraftan onların derslerine yardımcı olmaya çalışırken, aynı zamanda evin düzeni değişmesin diye çaba gösteriyordum. Eşim ev işlerine yardımcı oluyordu. Ben de ders çalışmaya, resim yapmaya zaman ayırabiliyordum. Üniversiteden bir ödev istedilerse, 7-8 ödev götürüyordum, o kadar dolmuştu içim. Zordu, çünkü herşey benim çalışmama, programlı yaşamama bağlıydı ve aynı dönemde annem hastaydı, onunla da ilgilenmem gerekiyordu. Bunların hepsini severek yapıyordum, insan annesini bırakamaz ya… Bazen gece sabaha kadar anneme bakıyor, sabahleyin de üniversiteye gidiyordum. Sınıfta uyuklayarak ders dinliyordum. Yapabildiğim kadar çalıştım ve kendi dalımda birincilikle mezun oldum. 20 üzerinden 19 küsürdü notum. Derslere canı gönülden çalıştığım için oldu bu. Mesela sanat tarihi dersini dinlerken, o zamana kadar ilgi duyduğum, merak ettiğim, bazen filmlerde seyrettiğim ya da bir kitapta okuduğum bilgiler önüme seriliyordu ve ben, ne iyi ettim de bu üniversiteye girdim, diye düşünüyordum. O zamanlar derste aldığım zevki bugün öğrencilerime sağlamaya çalışıyorum, anlattıklarımı isteyerek dinlemelerini, yaptıklarını zorunlulukla değil, önemseyerek yapmalarını isiyorum.

Resimleriniz daha önce İranlı kadın ressamlarda pek dikkatimi çekmeyen renk işçiliği ve doku çalışmasındaki titizliğiyle dikkatimi çekti önce. Tabii Siyahkalem’in üslubunun resminize zarar vermeyen etkisini de ilginç buldum. İran resmi içinde kendi resminizi nasıl bir yerde gördüğünüzü merak ediyorum doğrusu…

Siyahkalem etkisi… Belki. Düz renk kullanıyor, üç boyutlu resim yapmıyorum, o nedenle çağrışım yapmış olabilir. İran minyatürünün özelliklerini kullanıyorum resimlerimde, o da bir ortaklık tabii. Ben İran resmini en baştan alarak modern dönemlere uzandım. Bütün olarak İran resmine aşkla bağlıyım. Modern sanat akımlarından da uzak durmamaya gayret ediyorum. Her şeyden önemlisi kendime ait bir resim yapmaya çalışıyorum. Biri benim resmimi gördüğünde, “Bu Şiraz okulundan”, “bu Herat okulundan” ya da “Bu Tebriz okuluna ait” gibi cümleler kursun istemem. Gören benim resmimin şimdiki zamanda yapıldığını anlamalı. Ancak resimlerimi görenler minyatür etkisinden söz ediyorlar. Ben bunu berzah alemini gösterme çabamla da ilişkilendiriyorum. Bu, maddi dünyadan ahirete uzanan âlem. Bir ara. Nur alemi diyorlar. Berzah aradır, nurdan, ışıktan yapılıdır. Minyatürümüzde gölge bulunmamasında berzah alemine dönük farkındalığın etkisi açık. Allah’ın ışığının aydınlattığı âleme bir öykünme, yakınlaşma… Bu yolu izledim ben de, resimlerimde gölge bulunmaz. İran resminin bir özelliği bu: Perspektif var gibi görünür, ama Avrupa resmindeki perspektiften farklıdır bu. Şekil ve kapsamın kutsallığı kabulüyle ilişkili bir fark, sözünü ettiğim. Titus Burckhardt “Kutsal Sanat” isimli kitabında bunun altını çizer ya; kutsal sanat İran resmidir. Seyyid Hüseyin Nasr da İran resmi üzerine bir makalesinde İran resminin kağıdın iki boyutlu zeminine ihanet etmediğini yazıyor ya… Kağıdın iki boyutluluğunu üç boyutlu gibi göstermemiştir İran resmi, ama resimde kurduğu kimi niteliklerle perspektif görünümü yaratmıştır sadece. Mesela eğri çizgiler perpektif izlenimini güçlendirir. Aşağıdaki cisimlerin daha büyük ve yukarıdakilerin daha küçük çizilmesi de aynı şekilde…

Yıllardır Modern Sanatlar Müzesi’ndeki sergilere giderim. Edindiğim izlenim, İranlı ressamlar arasında kadınların ağırlıklı bir yere sahip olduğu. Bu yer mutlaka bir arka plana sahip. İranlı kadın ressamların tarihiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Hani, ilk önemli kadın ressam kimdir. Nasıl bir eğitim almıştır…

Aslında özel bir isimden söz edemeyeceğim. Bildiğim kadarıyla resim yapan kadınların babaları da ressam veya resimle bir şekilde ilgili. Zaten Kaçar Dönemi’ne kadar resim sanki sadece saraya özel görünüyor. Aslında Safevi döneminde bir şeyler değişmeye başlamış. Şah Tahmasb ressamları saraydan kovmuş, böylelikle yavaş yavaş ressamlar saraydan uzaklaşmışlar, ancak Kaçar dönemine kadar yine de bir ressam-saray bağlantısı korunmuş gözüküyor. Mesela Kemal ül-Mülk’ün babası Sani ül-Mülk 1001 Gece Masalları’nı resimlemiş. O dönemden bazı hattat kadınların isimlerine de rastlıyoruz, ama ressam kadın yok. Çünkü kadınlar bir sanatı ya babaları ya da kocaları vasıtasıyla öğrenebiliyorlar, hicap kuralları nedeniyle. Safaviler döneminde Kemaleddin Behzat öne çıkıyor ya, bunun sebebi ressamın artık gayrişaksi olmakla sınırlı kalmayan, özel bir kişilik olarak tanınması, saygı görmeye başlaması. Böylelikle ressamın imzası da önemsenmeye başlanıyor. Ondan önce resimlerde imza yok. Sonraki dönemlerde de ressam kadınları gösteren imzalardan söz edemiyoruz.

20. Yüzyılda neler değişiyor peki?

Kadın ressamlar Pehlevi döneminde kendilerini göstermeye başlıyorlar. Eğitimde bir teşvik var. Sonraları Farah Pehlevi güzel sanatlar alanında eğitim gören bir kadın olarak resim çalışmalarını teşvik ediyor. Kadın ressamların tablolarını satın alıyor.

Farah Pehlevi teşvik etmeye başlamadan önce hiç mi kadın ressama rastlanmıyor?

Maalesef. Daha doğrusu mevcudiyetleri dikkate alınmıyor kadın ressamların. Farah’ın teşviki, desteği ile İran Darudi gibi bir ressam önemli çalışmalar yapıyor. Ondan önce elbet kadın ressamlar var, ama adları kayıtlarda yok.

Devrimden önceki yıllarla sonraki yıllarda kadın ressamların faaliyetlerini karşılaştırabilir misiniz? Belirgin farklar neler bu iki dönem arasında?

Devrimden önce büyük bir canlılık var, çok fazla. Devrimden sonra da aynı şekilde, hatta nüfus hızla çoğaldığı için daha da yoğun bir ilgiden ve faaliyetten söz etmek gerek. Sonuçta muhafazakar ve dindar ailelerin kızları da kültür sanat etkinliklerine açıldılar bu dönemde. Şu da var ki ressamların çevresi steril, kapalı bir çevredir. Bu çevrelerde insanlar birbirini tanır, camia dışına çıktığında seni tanıyan pek çıkmaz. Çok önemli bir ressamı camia dışında kimse tanımaz bakarsın ama o kişi Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitse, herkes tanıyacaktır. Sanat her toplumda olduğu gib mesleki açıdan netameli bir alan. Dar gelirli insanların kolaylıkla yeğlemeyi göze alamayacağı bir alan bu. Ailelerin anlayışlı olması, çocuklarını teşvik etmesi gerekir. Özellikle resim ve fotoğraf sanatı için bu teşvik çok önemli, bu iki dalda kendini geliştirmenin hiç kolay olmadığını düşünüyorum.

Siz ailenizden destek gördünüz mü?

Sanat, özellikle resim bizim ailede genetik bir yetenek, bir aşk konusu. Ablam, annem, amcam, hepsi resimle cok ilgiliydi, ablam mesela Şahlık rejimi yıllarında bir yarışmada birinci olmustu. Avrupa’ya yollamak istemislerdi, olmadı sonra bir nedenle, işte böyle destekler, teşvikler vardi. Yine de ailem düz tahsili resim çalışmaya göre daha bir ciddiye alıyordu açıkçası. Sahi, ben resme başlamadan önce uzun yıllar piyano çalıştım. Piyanoyu çok seviyor, org çalışıyordum. Biraz eşimin ailesinin dindar olması yüzünden, kayınvalidem hoşlanmıyordu erkek hocanın eve gelip gitmesinden, ben de daha uygun, hem sevdiğim hem de evde tedirginliğe yol açmayan bir alanda çalışayım istedim. Resim çalışmayı zaten seviyordum. Ailede de muhalefet olmazdı resme, ama müzik çalışmalarımı desteklemeyecekleri belliydi. Böylelikle orgum bir kenarda kaldı.

Resimleriniz İran resim geleneği kadar Avrupa resmini de özümsediğinizi gösteriyor. Avrupalı ressamlar arasında kendinize hangilerini daha yakın buluyorsunuz?

Tartışmasız Rothko. Dali de elbet önemli, ama çok çılgın bana göre. Sürrealizm ona çok şey borçlu. Gerçeküstü çalışmalar yapmak isteyen ressamın önünde aşılmaz bir dağ gibidir Dali. İran Davudi’nin , Farah tarafından çok desteklenen bu ressamımızın resimlerinin Dali’den kopyalanmış olduğu düşünen eleştirmenler var. Ben kendim sade bir şekilde Mark Rothko'yu seviyorum, onun renklerle oynaması çok hoşuma gidiyor. Renklerin kutsal bir yönü olduğunu hissettiriyor. Renklere bu tür bir hakimiyeti nedeniyle kiliselere de resim yapmış. Onu seviyorum, ama etki yaratacak ölçüde ilgimi çeken başka özel herhangi bir isim gelmiyor aklıma Avrupalı ressamlar arasında.

Resimlerinizde Siyahkalem ve kısmen Ferçiyan kadar Goya etkisi de algılamıştım ben ilk gördüğümde.

Bu ressamların hepsi ilginç, ama kendi dönemleri açısından, kendi kültür bağlamları kapsamında… Ben daha kendime özgü, kendi kültürümü yansıtan resimler yapayım istedim. Öyle ki akademide hocalarım bana, “ İranlı olduğunu bu kadar mı göstermek istiyorsun?" derlerdi. Çünkü benim resimlerimi gören, ressamının İranlı olduğunu anlar, bir birikimi o kadar yansıtıyor yani. Bir sergi sırasında resimlerimi inceleyen bir adam yanıma geldi ve bana feminist olup olmadığımı sordu. Tablolarımda neredeyse hiç erkek siması yok. Adam söylemeden önce bunu hiç farketmemiştim. Kendiliğinden oluyor bir şeyler. Aslında İran resminde cinsiyet öne çıkmaz adeta, erkek ve kadın suretleri çok aynılaşır. Bazen bir ressam çıkıp kadını cinsiyetini belli edecek şekilde bir özelliğiyle belirginleştirebilir ama yüz değişmez.

Bana Rothko’dan çok Siyahkalem’i çağrıştıran da resimlerinizdeki simaların benzerliği oldu. Minyatür ve nakışlardaki Şiraz, Kaçar kadını simaları gibi…

Belki benzerlik var, ama ben Selçuklu dönemi resim motiflerini kullanıyorum.

Kadın ressamlar arasında örgütlenmeler olduğunu duyuyorum bazen. Farah Usul, Rana Farnod ve Gisela Varga gibi isimlerle öne çıkan Dena Grubu bunlardan biri. Bu tür örgütlenmelere nasıl bakıyorsunuz?

“Duyguların Tecellisi” (Tajalliye Ehsas) Grubu içinde yer aldım. Ressamlar Derneği var, bu gruba üye olmak istedim altı yıl önce ama o sırada başka bir grupta faaliyet gösteriyordum, olmadı. " Sanatın Sonsuz Mavisi” (Abiye Bikarane Honar) grubuyla çalıştım, 9-10 tane sergi gerçekleştirdik birlikte, sonra üniversitede ders vermeye başlayınca devam edemedim. Grup da dağıldı bir zaman sonra. Bir süre “Plastik Sanatlar” kurumunca desteklendiler, kurum onlara mekân sağladı, ama destek sürmeyince grup da kendi içinde çözüldü.

Minyatürün modernleştirilmesinde Farah Usuli’nin kullandığı üslubu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizde dokuya yedirilmiş olan minyatür desenleri kullanımı Usuli’de çok kes yapıştır şeklinde duruyor bazen gibi geliyor bana.

Usuli İran minyatüründen birşeyler alıyor,sevdiği tarzda çalışıyor, ama bence kendine has kayda değer bir değişikliği gerçekleştirdiği söylenemez. O tarz çalışmaları seven çok gerçi. Minyatür havalı ama minyatüre modern anlamda bir şeyler katabilen bir resim mi gerçekleşen, pek emin değilim. Usuli’nin atölye çalışmalarını gösteren bir belgesel izledim, eşi Hosra Sinai yapmış, yönetmendir Sinai biliyorsunuz. Şablon kullanarak çalışıyor Usuli. Kendi çapında bir şeyler yapıyor ve çok da rağbet görüyor izlediği üslup. O minimal çalışmalar günümüzde ne ölçüde geçerli olabilir, bilemiyorum doğrusu. Yeğenim minyatür çalışıyor ve onunla bu konuda söyleşiyoruz. Dijital çağda minyatürün o tarz uyarlamaları üzerine düşünmemiz gerekiyor. Tıpkı günümüzde akriliğin giderek daha fazla yağlı boyaya tercih edilmesi gibi, bir şeyler kendiliğinden oluşuyor. Zamandan kazandırıyor akrilik, kullanmaya başladığın an kuruyor, yağlı boya üzerinde bir ay geçtiğinde yeniden çalışabilirsin ama akriliği kullan, kısa bir aradan sonra çalışmaya devam edebilirsin. Şimdiki zaman bunu istiyor gibi geliyor bana.

Yani sadece malzemeyi değil, formu da belirliyor çağın sürati ve hızlı teknikler. Bana kalırsa sizin yaptığınız tarzda dokuda derinleşen resim her türlü albenili buluşa rağmen değerini koruyacak.

Bulunduğunuz yerden baktığınızda resmin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Umutsuz değilim. Her yıl sayısız resim, grafik ve sinema alanında çalışan öğrenci fakültelerden mezun oluyor. Bu bölümleri seçen ve okuyan da fazla. Bir yerde eğer bir alanda haklı ve mantıklı olmayan bir kısıtlama varsa, o alan insanların dikkatini celbediyor. İnsanlar müzik ve resimden vazgeçmiyorlar, ama bu alanlarda çalışmak için şartları zorlamak gerekiyor. Yine de genç sanatçılar bu alanlarda çalışmak için ısrar ediyorlar, bunu görüyor ve geleceğe umutla bakıyorum.

Teknolojinin sanatsal üsluplara katkısı üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu katkı sanatsal üretimi nasıl etkiler sizce?

Teknoloji aslında yardımcı oluyor, bilinçli yaklaşırsanız. Şimdilerde dijital art var. Sibernetik sanatı var. Mimarlar çizimlerini bilgisayar teknolojisiyle geliştiriyor. Ben bu gelişmeleri olumlu buluyorum. Yeni üretim kanalları açılmasından korkmamalıyız. Üniversite öğrenciliğim sırasında kendi çevremde teknolojik katkıların olumlu etkileri olduğunu gözlemlerdim. Bazen üniversitenin öğrenciye gösterdiği yol çok kısıtlayıcı olabiliyor. Bu açıdan şanslı olduğumu, yüreklendirildiğimi düşünüyorum. Maalesef her sanat öğrencisi için geçerli olmuyor bu. Hoca bazen bakıyorsunuz sadece kopyalamaya yönlendiriyor. Oysa teknolojik katkı kopyalama kolaylığı demek değildir.

Türkiye’de her zaman İran minyatürü üzerine sorularla karşılaşıyorum. İran minyatürü dünya sanatı üzerinde de ilham verici bir etkiye sahip. Aklima Matisse, Klee, Erol Akyavaş isimleri geliyor. Halihazırda İran’da minyatür sanatının durumu nedir?

Elbette. Bu ilgiyi anlıyorum, çünkü ben de minyatürden çok etkilendim. Perspektiften uzak durmak, eğri çizgilerin kullanımı, gölge olmaması, renklerden bütün saflığıyla yararlanmaya çalışmak… İran minyatürünü renklerin kullanımı konusunda çok başarılı bulurum, bu konuda başlı başına bir kitap yazılsa yeri var. Renklerin sembolleştirilmesi yoluyla bir hikayenin anlatılması da çok çarpıcıdır kanımca. Bir de renklerin birbirini tamamlayıcı özelliğinin ustalıklı kullanımı var. Mesela Kemaleddin Behzad’ın Yusuf ile Züleyha’sını ele alalım: Yusuf koşuyor, yeşil giymiş, temizliğin rengi yeşil, İslamiyet’de olumlu çağrışımlara sahip bir renk. Züleyha kırmızı giymiş, peşinden koşuyor. Aşk ve şehvetin rengi kırmızı. Yani renklerin taşıdığı, temsil ettiği anlamlara, tamamlayıcılık özelliklerine vakıf olarak bu resmi yapmış Behzad. Kırmızı ve yeşil, tamamlayıcı renkler.

İran’da resim akademi çevreleriyle, galerilerle sınırlı bir sanat değil. Yıllar önce Tahran duvarları devrim resimleri ile kaplıydı. Şehitleri, savaşı, devrimin değerlerini, antiemperyalizmi ifade eden kısmen graffitiye de yer açan duvar resimler. Bir sonraki gelişimde bu resimlerin yerini dini kültürden ve gelenekten, minyatür geleneğinden beslenen resimlerin almaya başladığını gördüm. Şimdilerde ise mesela Lale İskendiyari imzasını taşıyan duvar resimlerine rastlıyorum, didaktik, çevre bağlamında bir mesaj verme kaygısıyla yapılmış resimler çoğu. Çok geniş bir çalışma yapılıyor duvar resimleri alanında, ama bazılarına bakarken alelacele yapıldığı izlenimine kapılıyorum. Siz duvar resmi çalışmaları üzerine neler düşünüyorsunuz?

Lale İskendiyari belediyenin denetimi altında toplu bir çalışma yürütüyor. Bir ressamlar topluluğunu yönetiyor. Bazı resimler özensiz, bazıları da gerçekten çok iyi çalışılmış. Ben Jolfa’da, Parastu köprüsünün altında bulunan resimleri çok seviyorum. Minyatürden beslenen resimlerin yapılması hoşuma gidiyor, ama daha özenli olmalarını isterim. Minyatür benim için çok değerli, isterim ki minyatür esinli resimler gelip geçeni hayran bıraksın, bir tekrar duygusu veya özensiz çizildiği izlenimi uyandırmasın. Kimi resimlerde bir aceleyle yapıldığı havası var ki bu beni rahatsız ediyor. Şu haliyle bile minyatür esinli çalışmalar beni mutlu ediyor, çok seviyorum minyatürü çünkü. Fakat bazen gerçekten de gözümüzü rahatsız eden örnekler var. Bir yerde çok fazla seramik kullanılmıştı, öyle ki yoldan geçen biri de altına, burası banyo mu, diye yazmış.

Siz minyatür kelimesi yerine “nigarkâri” kelimesini yeğliyorsunuz...

Sizin minyatür dediğiniz sanata biz “nigarkâri” diyoruz. Minyatür, Fransa’dan alınma bir isim, küçük boyutlu, minimal çalışmaları adlandırmada kullanılıyor. Bizde resim tahsili yapan insanlar minyatür kelimesini kullanmazlar. Ben üniversitede öğrencilerime çok fazla vurguluyorum bu ayrımı, minyatür değil nigarkâri kelimesini kullanmalarını istiyorum. “Minyatür” Farsça değil, hem bizim resmimizle alakası da yok, bence kastedilen resmi ifadede yetersiz kalıyor.

İranlıların şiir ve resim alanında özel bir yeteneği var, bu alandaki yetenek, birikim, sinemada başarılı yapımların ortaya çıkmasını sağlıyor. Resim ve sinema arasındaki bağ üzerine neler düşünüyorsunuz?

Devrimden sonra sinemamız gerçekten çok gelişti. Belki bütün sanatlar arasında en ileri çıkan, sinema oldu. Paradoksal belki, ama öteki alanlarda getirilen sınırlamalar sinemada yaratıcılığa yol açtı. Sığ, yüzeysel bakış derinleşti. Devrimden önce sinemada gişe unsuru önemsenir, filmler de gişe dikkate alınarak yapılırdı. Ortaya parlak eserler çıkmazdı öyle, bir tekrar vardı. Devrimden sonra o sığlık ortadan kalktı, bir derinleşme yaşandı, mana önemsenmeye başlandı. Derinleşme sanatsal birikimin hesaba katılmasını getirdi tabii… Resim geleneğimizin sosyal genetik yoluyla sinemamızı etkilediğine inanıyorum. Mesela ben bir film izlerken sahnelerin kurgusuna, kullanılan renklere dikkat ederim. Masalların sesi, resimlerin rengi, yoğunlaştığı yüzey, bunların hepsi elbet sinemayı da etkiliyor.

İran şiir geleneğinin ağır mirasının modern şiir için bir handikap oluşturduğu söylenir. Şiir mirası hayatın içinde, şöförün, manavın parkta oturmuş sohbet eden emeklilerin dilinde. Bir davete gidiyorsunuz, ummadığınız biri çıkıp Hafız’dan gazeller okuyor. Şiirin sahip olduğu varlık resim geleneği için de geçerlidir diyebilir miyiz?

Ne yazık ki hayır. Bunu hep söylerim. Mesela Fransa’da nereye gidersem gideyim Matisse’i tanırlar. Ressam onların evlerinin duvarlarında, pullarında, kartpostallarında, her yerde, resimleriyle. Ama İran’da Kemaleddin Behzad’ı kaç kişi tanır ki…

Matisse Fransa’da da kırsal kesimde tanınıyor mu o kadar acaba?

Tanınıyor bence. Bu devletin kültür politikalarıyla alakalı bir konu. Ders kitaplarında, okullarda başlıyor her şey. Çocuklar ilkokul çağında İran ressamlarıyla, en azından birkaçıyla olsun tanışmalılar. Kemaleddin Behzad’ı, Siyahkalem’i, Sani ül-Mülk’ü tanımalılar. Oysa bir kişi ancak resim ve grafik alanında eğitim görecekse bu isimleri ve eserlerini tanıyor.

İki önemli Behzad’ı var İran’ın resim alanında. İki Behzad arasında ise neredeyse dört asırlık bir mesafe var. Siz 15. Yüzyılda yaşamış olan “Nakkaşların Piri” Kemaleddin Behzad’ı daha bir kendinize yakın buluyorsunuz…

Doğru. Kemaleddin Behzad’ı çok severim. Hüseyin Behzad nigarkâri özelliklerini kullanmıyor resminde, o nedenle mesafeliyimdir resmine. Avrupa anatomisine göre çiziyor insanı. Yüzler nigarkâri yüzleri ama bedenlerin anatomisi var. Bizim nigarkârimizde perspektif ve Hüseyin Behzad’ın kullandığı şekilde bir anatomik yapı yok.

Ferşçiyan üzerine ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de çok seviliyor. Ben onun beden deformasyonlarını kendime yakın bulmuyorum. El Greco’da ışıltılı, güzel bir duygu yayan deformasyon Ferşçiyan resimlerinde bana insan doğasına güvenilmezliği öne çıkartıyor gibi geliyor.

Ben de o kadar sevmiyorum Ferşçiyan’ı. Fakat doğrusu güçlü bir tekniği var, kimsenin tekniği o kadar güçlü değil. Eğer resimlerinde Avrupa tarzı anatomiye başvurmamış olsaydı, resimlerini daha çok sevebilirdim. Nigarkâri’de o şekilde anatomi kullanılmamalı bana kalırsa.

Söyleşimizin sonlarına yaklaşıyoruz. Şunu da merak ediyorum: Nasıl çalışıyorsunuz? Neler sizi teşvik ediyor veya besliyor?

Çalışmaya başlamadan önce sükunete kavuşacağım bir süreye ihtiyaç duyuyorum. Yani kafamı boşaltmalı, yapacağım resme odaklamalıyım. Zaten o sükunete kavuşamasam , çalışamam, çizemem. Çocuklarım çok zenginleştiriyor beni. Ve din… Bitirme tezlerim, gerek lisans, gerek yüksek lisans, dinle alakalıydı. Bitirme tezimde Resulullah’ı (s.a.v.) anlatan sembolleri çalışmıştım. Resimlerimin birçoğunda bir şekilde cennet mefhumuna dönük anlama çabası tespit edilebilir. Çalışmaya başladığımda tam olarak neyi çizeceğimi bilmem. Düşünmem bunu. Etkilendiğim bir şeyler vardır, o izlek üzerinde giderim, kendiliğinden gelişir kompozisyon, çizmeden önce şurada şu olsun, bunu bu köşeye koyuyorum diye düşünmem.

Resim çalışmalarıyla ailevi sorumluluğu birarada götürürken zorlandığınız oluyor mu?

Tabii ki zorlandığım oluyor. Bazen insanlar sevdikleri bir seyi daha farklı bir tutku adına, değer adına bir kenara koymak zorunda kalıyorlar. Hani bir söz vardır ya, seni öldürmeyen şey güçlü kılar diye, bana da öyle oluyor. İnsan nasıl olup da ailemi ve resim çalışmalarımı birarada yürütürüm, bunları nasıl uydururum birbirine diye, daha yaratıcı ve güçlü olmaya zorluyor kendini.

Ressam olarak teşvik edildiğinizi mi düşünüyorsunuz, engellendiğinizi mi? Hangisi daha bir öne çıkıyor?

Sanat öyle bir şey değil, gerçekten. Yani öyle destek yok, ne yapıyorsan senin çabana, iradene bağlı. Zor bu açıdan, engellerle ilerleyen bir yol. Bazıları dayanışmak için gruplar kuruluyor, daha önce söz ettik. Bağımsız olmak istersen zorlanmayı da göze alıyorsun. Resimlerin çok iyi olmalı ve çok çalışmalısın. Bu işi sevmelisin. Sadece yaptığın işe aşkın seni geliştirir, dayanmanı sağlar.

Söyleşimizin nihayetinde hayat hikayeniz konusunda okuyucularımızı aydınlatmanızı rica etsem… Nerede doğdunuz, nasıl bir eğitim aldınız…

Tabii ki… Tahran’da doğdum, babam Tebriz Türkü’dür köken olarak. Azad Üniversitesi’nde resim eğitimi aldım. Yüksek lisan eğitimimi Sanat (Hüner) Fakültesi’nde tamamladım. Pek çok karma sergiye katıldım. İki ödülüm var. Biri İslam Dünyası Sanatı Bienalinde verildi, diğerini de geçen yıl Şems ül Ümare yarışmasında kazandım. Ödüllerden ve başka başarılardan önce beni ilgilendiren, resim yapabilmek.Kaç resmim var, saymıyorum bile. Bazılarını sattım, bu çok acı geliyor insana cidden. Evimin duvarındaki resimleri yüksek meblağlarla satın almak isteyenler oluyor, ben satmaktan kaçınıyorum. Çok şahsi bir emek, bilemiyorum. Satın alınan resminizin peşinden gidemiyorsunuz. Bazen satın alıp yurtdışına götürüyorlar. Resminiz sizden kopartılıyor.

Baska dallarda olduğu şekilde resim alanında "beyin göçü"nden söz edilebilir mi?

Resim alanında daha az var. Yok demiyorum. Bir arkadaşımla konuşuyordum facebookta, nerelerde olduğunu sordum, Norveç’teyim, dedi. Resim çalışmalarını oarada sürdürüyormuş. Tabii iyi bir ressam, ama İran’da üslubu ortalama bir üslupken Kuzey Avrupa’da ilgi çekiyor. Halinden memnun görünüyordu.

Çok teşekkür ediyorum Fehime Hanım, çalışma zamanınızdan kısarak benimle söyleştiğiniz için.

Ben de teşekkür ediyorum. Türkiye’ye, Türkiyeli resim-minyatür dostlarına selamlar.

Dünyabülteni.net 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.